Efsane, inanç ve mimari çevre: Antakya Habib Neccar Külliyesi
Osmanlı Dönemi Acaibü’l Mahlukat nüshalarında Dünya’nın neyin üzerinde durduğunu gösteren minyatürleri ilk kez gördüğümde aklıma çocukluğum ve anneannemin depremlerle ilgili anlattıkları gelmişti. Benim gibi altmış yaşının üzerine hafif hafif yıl ekleyenlerin çoğu böylesi halk inanışlarının bazılarını büyükannelerinden dinlemiştir. Depremler bir şekilde gündeme geldiği zamanlarda anneannem, “Dünya sarı bir öküzün boynuzlarının üzerinde durur. Bir sinek öküzü rahatsız ettiğinde öküz silkinir, sonra da deprem olur” derdi.
İnanışın kaynağı Taberi Tarihi ve kuşaktan kuşağa aktarılan eski halk inanışlarıdır. Metin And, tarihi kaynakların ne söylediğini özetler; Dünya yaratıldığında suyun üzerinde yüzüyordu. Tanrı Dünya’yı taşısın diye bir eli doğuda bir eli batıda çok güçlü bir melek gönderdi. Ama meleğin basacağı yer yoktu. Tanrı meleğin altına sarı yakuttan bir zemin yarattı. Zeminde her biri bir deniz büyüklüğünde yedi bin delik vardı. Tanrı bu zemini taşısın diye çok büyük ve güçlü bir öküz yerleştirdi. Öküz öyle büyüktü ki, bir ayağından diğerine yürümek beş yılı alıyordu. Öküz büyük bir balığın (Hüt) üzerinde duruyordu. Balık o kadar büyüktü ki, onun bir burun deliğinde bir denizin tüm suyu ancak çölde bir tohum kadardı.
Orta Asya’dan İran ve Anadolu’ya uzanan geniş coğrafyada bu inanışın değişik biçimleri yakın zamanlara kadar varlığını sürdürür. Diyanette görev yapmış Hüseyin Dene’nin aktardığına göre, 1950’li yıllarda bir ABD uçağının Dünya’nın etrafında dolaştığı haberinden sonra Tercüman Gazetesi’nde sarı ineğin nerede olduğu sorusu manşet yapılmış. Herhalde şaşkınlık da duymuşlar…
MİTLERİ VE SİMGELERİ BİLGİNİN PARÇASI HALİNE GETİRMELİYİZ
Bu giriş, Cübbeli gibilerinin boş inançla bilimi yarıştırması gibi bir amaç taşımıyor tabii ki… Jeoloji bilimi bu konuda tartışmaya yer bırakmayacak kesinlikte bilgisini zaten oluşturdu. Osmanlı kozmolojisinden bildiğimiz dünyanın sarı öküzün boynuzu üzerinde durduğu efsanesi gibi eski mitler, günümüz insanı için boş inanıştan başka bir şey değil. Ancak kültürel
mirası tanımlamak ve onu estetik yaşantımızın bir parçası haline getirmek için mitleri ve simgeleri bilginin bir parçası haline getirmemiz gerekiyor. İnsan kültürünün ürettiği bu inanışlar insani olanın parçasıdır ve geçmişi anlamak için de gereklidir. Ayrıca mit ve efsaneler sanat tarihinde imge çözümlemelerinin kaynaklarından biridir. Antakya’daki Habibi Neccar ile ilgili inanışlar etrafında oluşan mimari çevreyi anlamak için de eski mitlerin kaynaklarına bakmak gerekiyor.
HABİB NECCAR KÜLLİYESİ
Habib Neccar Cami ve çevresindeki yapı topluluğu Antakya yerleşiminin doğusunda Habib Neccar Dağı (Silpius) eteğinde yer alır. Habib Neccar ismiyle anılan yükselti ve caminin bulunduğu alan Müslüman ve Hıristiyanlarca kutsal sayılmıştır. Olasılıkla Hıristiyanlık öncesinde de burası kutsal bir alandı.
Habib Neccar’ın kafasının gömülü olduğuna inanılan bir kabrin etrafında farklı dönemlerde eklenen yapılarla giderek bir yapı topluluğu oluşur. Eski inanış ve bu inanış etrafında gelişen kültürün fiziki bir çevreye dönüşmesi Anadolu’da ve Doğu Akdeniz’de sık karşılaşılan bir durumdur. Bu tür yerler dönem ve dinler değişse de işlevsel açıdan mekansal süreklilik gösterir. Bu duruma örnek olarak Kudüs’teki Kubbet’üs Sahra ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Harem-i Şerif denilen tepeyi hatırlayalım: Burası sırasıyla üç din için de kutsal bir yerdir. Anadolu’da ise, Ankara Hacı Bayram Camii ve çevresi, Eskişehir/Seyitgazi’deki Seyyid Battal Gazi Külliyesi gibi yerler mekansal sürekliliğin izlenebildiği yerlerdendir. Hacı Bayram yapı topluluğunun olduğu yerde Augustus Tapınağı, sonraları bir kilise, Türk döneminde de bir eğitim yapısı ve tekke ile türbe ve cami yapılmıştır. Seyyid Battal Gazi Külliyesi’nin bulunduğu alanda da Frig dönemi kutsal alanı daha sonraları Bizanslılar ve Türkler tarafından kullanılmıştır. Başka pek çok örnek var ama son olarak Göbekli Tepe’ye değinerek bu faslı kapatalım: Yöre insanı için Göbekli Tepe’nin yatır ve bir dilek ağacının bulunduğu bir dua tepesi olduğunu biliyoruz. Kadınlar hamile kalabilmek için, sürü sahipleri de hayvan bereketi için burayı ziyaret ederlerdi. Göbekli Tepe kazıları ve burada yapılan çevre düzenlemesiyle beraber kontrollü girişler nedeniyle bu eski gelenek yavaş yavaş unutuldu.
İLK CAMİDEN GÜNÜMÜZE ULAŞAN MİMARİ KALINTI YOK
İnanç ve kıssalara göre Habib Neccar Külliyesi’nin bulunduğu alanda ilk yapılaşmanın 1’inci yüzyıldan itibaren oluşması gerekir. Çünkü Habib Neccar, İsa’nın havarileri İncilci Yahya, Simon Petrus ve Aziz Pavlus’la karşılaşmış, onların mucizelerinden sonra İsa’ya inanmış bir azizdir. Ancak 1’inci yüzyıla ait hiçbir kalıntı yoktur. İslami döneme ilişkin olarak en erken yapılaşmanın ise Ebu Ubeyde Bin Cerrah’ın 638 tarihinde Antakya’yı fethinden sonra olduğu düşünülür. Kesinliği olmayan kaynaklara göre Bin Cerrah’ın bir cami ve bir türbe yaptırdığı söylense de bu doğru değildir. Çünkü İslam mimarisinde türbe mimarisinin ortaya çıkışı çok sonraları gerçekleşir. Habib Neccar adına yapılan ilk camiden ise günümüze ulaşan mimari kalıntı yoktur ve başka türden kanıtlara da sahip değiliz.
Külliye içinde çeşitli yerlere yerleştirilen kitabelerden ve belgelerden çeşitli devirlerde hem yeni yapılar eklendiğini hem de kapsamlı onarımlar yapıldığını anlıyoruz. En erken kitabe ise Memlükler dönemine aittir. Avlunun kuzeyinde yer alan medrese odaları duvarına yerleştirilen kitabede Memlük Sultanı Baybars’ın ünvanı “el Melik’üz Zahir” ifadesi geçer. Sultan Baybars 1268 yılında Haçlı Kontluğu elinden aldıktan sonra 1271/2 yılında inşa ettirdiği şehrin diğer önemli yapısı olan Ulu Camii ile Habib Neccar Külliyesi’nin ilk nüvelerini yaptırmış olmalıdır. 1474 tarihli diğer kitabe yine Memlük egemenliği dönemindendir.
Şehre gelen seyyahların külliyeye özel önem verdikleri anlaşılıyor. İbn Battuta seyahatnamesinde külliye içindeki yapıları türbe, imaret ve tekke olarak anlatır. Camiden bahsetmez. Evliya Çelebi, Habib Neccar’ın “aşağı şehirde bir mağara çukurunda ( —) merdiven ile inilir nur dolu bir tekke içinde” gömülü olduğunu söyler. Burası için, “Hala bütün Müslüman ve Hıristiyan kavimlerinin ziyaret yeridir” demektedir.
HABİBİ NECCAR CAMİİ DEPREMDE YIKILDI
Günümüze kadar ulaşan külliye, yamuk planlı bir avlunun çevresinde bulunan cami, şadırvan, medrese ve iki türbeden oluşur. Ancak Habibi Neccar Camii de ne yazık ki depremde yıkılan tarihi yapılar arasında yer alıyor.
Türbe ve içinde gömülü olduğuna inanılan kutsal kişiler burayı tarih boyunca bir çekim merkezi haline getirmiştir. Habib Neccar ve Şem’un-i Safa’ya (Havari Simon Petrus) atfedilen sandukalarının bulunduğu türbe, caminin altında ve avlu zemininden yaklaşık 4 metre altta yer alan üst üste iki mekandan oluşur. Külliyenin doğu girişinin yanında yer alan türbede ise yan yana iki sandukaya Hz. İsa’nın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Aziz Yahya (Pavlus) sandukaları yerleştirilmiştir.
Hıristiyanlık için çok önemli olan bu kutsal kişilerin mezarlarının yerleri ise Hıristiyanlık inancına göre farklıdır: Simon Petrus kendi adıyla anılan Vatikan’daki Aziz Petrus Bazilikası’nda (San Pietro Bazilikası) defnedilmiştir. Pavlus da Roma’da ölmüş ve adına yaptırılan Roma’daki Aziz Paul Papalık Bazilikası’na defnedilmiştir. İncil yazarı olmasından dolayı ve Vaftizci Yahya ile karıştırılmaması için İncilci Yahya olarak anılan Yuhanna ise Meryem’in peşinden Efes’e gider ve Efes Antik Kenti civarında öldüğü düşünülür.
HABİB NECCAR VE KESİK BAŞLAR EFSANESİ
İncil’de Kudüs’teki Hıristiyanlar tarafından bu şehre gönderilen Barnaba ve Tarsuslu Pavlus’un yeni dini Antakya’da yaymalarından bahsedilir (Resullerin İşleri, 11/22-26). Daha sonra da Pavlus ile Barnaba’nın yanına Simon Petrus katılmıştır (Galatyalılar’a Mektup, 2/11). İsa’ya inananların kendilerine Hıristiyan demelerinin ilk kez Antakya’da gerçekleştiği söylenir. İncil’de Habib Neccar’dan bahsedilmez. Agabus isimli kişinin Habib Neccar olduğu söylense de bunu destekleyecek kanıt yoktur.
Bir kısım müfessir (Kuran’ı yorumlayanlar) Antakya ve Habib-i Neccar adının Kur’an-ı Kerim’de (Yasin, 13-29) belirtildiğini kabul eder. Ancak bahsedilen Günahkar Karye’nin Antakya değil Sadom şehri, kavmin de Lut kavmi olabileceğini ileri süren araştırmacılar da vardır. Buna rağmen Yasin suresinde bahsedilen yerin Antakya olduğu ve anlatılan kıssanın da Habib Neccar hakkında olduğuna inanılır. Ancak kuşaktan kuşağa efsaneleşerek aktarılan bu inanışın kaynağının Kuran olduğu söylenemez.
İnanışa göre Hıristiyanlığın ilk yıllarında Yuhanna ve Pavlos insanları yeni dine davet etmek için Antakya’ya geldiklerinde ilk olarak koyunlarını otlatan Habib Neccar ile karşılaşır. Azizler, Habib Neccar’ın yatalak oğlunu mucizevi bir biçimde iyileştirirler. Habib Neccar bu mucizeden etkilenerek yeni dine katılır ve Antakya’nın ilk inananı olur. Daha sonra da başından geçenleri Antakyalılara anlatarak yeni din için çalışmaya başlar. Kral Antioch’un bu gelişmelere tepkisi sert olur ve Aziz Pavlus ile Havari Yuhanna’yı hapse attırır. Bunun üzerine Simon Petrus (Şem-un Sefa) Antakya’ya gelir. Kralın bir yakınını dirilterek mucizeyi gösterir. Kral bu mucizeden sonra iman etse de Antakyalılar bu olan bitene inanmaz ve üç haberci taşlanırken, Habib Neccar kendi adıyla anılan dağda ibadet ederken başı kesilerek öldürülür. Dağdan yuvarlanan Habibi Neccar‘ın kellesi türbesinin olduğu yere düşer.
İKİNCİ SÖYLENCE: İSLAM’IN CENGAVER SAVAŞÇISI HABİB NECCAR
İkinci söylencede zaman değişir ama mekan yine Antakya’dır. Habib Neccar bu kez Antakya’yı kuşatan Ebu Ubeyde bin Cerrah komutasındaki ordunun sancaktarıdır. İslami anlatımda kahraman bir cengaver olan Habib, Ebu Ubeyde’nin “Yetiş ya Habib!” dediğini duyar duymaz surlara tırmanır ve sancağı tepeye diker. Ancak kafirler Habib’in başını kılıçla kesip bir mızrağa saplayarak burçlardan birine yerleştirirler. Habib, kesik başından naralar atarak Müslüman ordusunu coşturur, şehrin alınmasına vesile olur. Başka bir anlatıma göre kellesini koltuğunun altına alan Habib düşmanlarını helak eder. Bunu gören Müslüman askerler de coşkuyla savaşa katılırlar ve Antakya düşer. Efsane Ebu Ubeyde Habib-i Neccar’ın kesik başını bir türbeye defnetmesi ve yanına bir cami yaptırmasıyla sona erer.
Hüseyin Türk’ün aktardığı başka bir anlatıya göre; Habib Neccar’ın yuvarlanan başı kralın tahtının önüne kadar gelerek krala mesaj verir. Krala, “Seni Müslüman olmaya davet ediyorum, yoksa başınıza felaket gelecek” der. Ancak kral ona inanmaz ve bütün Antakya yerle bir olur. Bazılarına göre de Habib-i Neccar zafer kazandıktan sonra kesilen başını koltuğunun altına
alır; bir süre Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak dolaşır ve sonunda türbesinin yapılacağı yere yığılır.
ANADOLU’DA KESİK BAŞLARLA İLGİLİ İNANIŞ KURTULUŞ SAVAŞI’NA KADAR UZANIR
Anadolu’da kesik başlar efsanesinin çok sayıda versiyonu ve bu inanışların fiziki bir mekana dönüştüğü ziyaret yeri ve türbe vardır. Bu inanışın kaynağının Habib Neccar olduğu kadar belki de Erken İslam döneminde Emevi Halifesi Yezid’in neden olduğu olaylar dizisinde Ali taraftarlarının başının kesilmesi, özellikle de peygamber torunu ve Ali’nin oğlu Hüseyin’in kafasının kesilmesi etkili olmuştur.
Anadolu’daki kesik başlarla ilgili inanışın çeşitli versiyonları zamansal olarak Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanır. Bütün öykülerde ortak nokta sevilen bir kahramanın savaş sırasında başının kesilmesi ve kahramanın kellesini koltuğunun altına alarak savaşmaya devam etmesidir.
A. Yaşar Ocak konuyla ilgili yaptığı çalışmasında tarihsel efsaneleri etraflıca anlatır. IV. Murad’ın Bağdat seferiyle bağlantılı olarak anlatılan Genç Osman destanı bunlardan biridir. Ayrıca Abdurrahman Gazi (Erzurum), Sultan Seydi (Erzincan), Seyyid Bilal Dede (Sinop), Karaçomak (Antep), her ikisine de Hıdırlık Sultan adı verilen Suub-i Rumi (Suheyb-i Rumi) ve Ubudü Gazi (Çorum), Abdülvehhab Gazi (İznik), Hüseyin Gazi (Ankara ve Divriği), Giresun Seyyid Vakkas Hazretleri, Bodrum Gümbet Saldır Şeyh Horasani, Denizli Çökelez Tepesi, Ankara Karyağdı ve Kesikbaş Türbesi gibi ziyaret yerlerinin savaş sırasında kesik başını koltuğunun altına alarak savaşmaya devam etmiş efsanevi kahramanlar adına oluşturulduğuna inanılır.
BALKANLARDA YAYGIN BİR KESİK BAŞ KÜLTÜ VAR
Kesik baş ile ilgili Tire’de bir kabir, Eskişehir Seyitgazi’de bir türbe, Tokat Turhal’da bir cami olduğunu da belirtelim. Ayrıca Balkanlarda yaygın bir kesik baş kültü olduğu, bu inanışların bir yönüyle Alevilikle, diğer yönüyle Osmanlıların Balkanları fethetme süreciyle bağlantılı olarak kurgulandığını söyleyebiliriz. Kesik başlarla ilgili Çağdaş Türk Edebiyatı’na girmiş anlatılar da vardır. Nurettin Albayrak’ın belirttiği gibi, Ömer Seyfeddin’in ‘Başını Vermeyen Şehit’ adlı hikayesine konu olan efsane Macaristan’da geçer. Zigetvar Kalesi’nin kumandanı Kroçin, Türklerin elindeki Grijgal Kalesi’ni kuşattığında amansız bir savaş olur. Askerler arasında Deli Mehmed ve Deli Hüsrev adında iki arkadaş vardır. Deli Mehmed savaş esnasında başı kesilerek şehit edilir. Düşman askeri onun kesik başını alıp uzaklaştığı sırada Deli Hüsrev arkadaşına, “Canını verdin, başını verme!” diye bağırır. Deli Mehmed’in cesedi yerinden fırlar, bir hamlede düşman süvarisini yere yıkar, başını elinden geri alır ve savaşmaya devam eder. Daha çok sayıda Anadolu ve Balkanlar’da geçen kesik başlarla ilgili efsane buraya not düşülebilir. Ama son olarak Kurtuluş Savaşı’na katılmış bir komutan olan Ispartalı Fethi Bey için benzer bir öykü olduğunu belirterek konuyu kapatalım.
Hallaç’ı bir gece rüyada gördüler
Bir elinde kesik başı, bir elinde gül suyu kadehi.
Sordular ona: Başın kesik. Şimdi nasılsın?
Elindeki kadeh nedir? Söyler misin?
Cevap verdi Hallaç: “Adı güzel o sultan
Başı kesik birinin eline verir kadehi.”
Kim kendi başını unutursa
İçer bu mana kadehini.
İsmindeki cismi kaybet öncelikle.
Canını cisim boyutundan çıkar sonra
……
Feridüddin Attâr, Esrarname, 3. Hikaye (Farsça’dan Çeviren: Mehmet Kanar)
*Sanat Tarihçisi, Eskişehir Okulu